20 Aralık 2006

...Ve Sonra Hiç Kalmadı

Son zamanlarda yaşadığım blogla ilgili tembelliğimden sıyrılmak ve kendimce özel bulduğum roman/öyküleri paylaşmak için; 2 (yazıyla:iki) haftada bir kitap önerisinde bulunacağım.

Önereceğim ilk kitap, Eric Frank Russell'ın "...Ve Sonra Hiç Kalmadı" isimli öyküsü. Metis Bilimkurgu serisinin ilk kitabı ama malesef ben bu seneye kadar okumamıştım. Şimdi de fellik fellik, Eric F. Russell kitapları arıyorum ama malesef Türkçe'ye çevrilen iki kitabı var. Birisi bahsedeceğim öykü, diğeri ise 80li yıllarda çocuk serilerinden birisine konulan bir öykü. (bkz. Bilimkurgu2000)
Öykü 98 sayfacık, bir çırpıda bitiyor, yüzünüzde muzip bir gülümseme ve içinizdeki sorgulamarınızla sizi bırakıyor. İlk baskısı 1951 yılında yapılmış. Gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim; Eric Frank Russell, Douglas Noel Adams'ın öncülü. Okuduğunuzda bana hak vereceksiniz. Öykü, dünyadan ayrılan insanoğlunun, galaksilere yayılması ve gezegenlere yerleşmesi üzerinden kurgulanmış bir ütopya. Çok fazla detaya girip, öyküyü okuma zevkinizi bozmak istemiyorum; eğer siz de benim gibi Douglas Adams hayranıysanız ve Eric Frank Russell'la daha önceden tanışmadıysanız bu öyküyü mutlaka okuyun. Eric Frank Russel daha sonra bu öyküsünü temel aldığı "The Great Explosion" isimli bir roman da yazmış. Romanı ( İngilizce ) şuradan okuyabilirsiniz: THE GREAT EXPLOSION

Sonra bana da söyleyin lütfen; Gand'lı mısınız, Anti-Gand'lı mısınız? MECleri seve seve kabul ederim ancak, Anti-Gand'lıysanız: SKİB :)

15 Ağustos 2006

Bütün öyküler bilimkurgu öyküleri gibi yazılsaydı?

Şans eseri bulduğum, bazı bilimkurgu yazarlarının sıklıkla başvurduğu teknolojiyi açıklama tarzlarıyla eğlenen bir öykü. Mark Rosenfelder tarafından yazılmış. Oldukça hoşuma gitti, geleceğin bilimkurgu yazarlarına da ufak bir ders olur :-)

Öykünün orijinalini bu sayfadan okuyabilirsiniz.

Roger ve Ann'in San Fransico'da Sergey ile buluşması gerekiyordu.

"Trenle mi, buharlı gemiyle mi, yoksa uçakla mı gitmeliyiz?" dedi Ann.
"Trenler çok yavaş ve buharlı gemiyle bütün Güney Amerika'yı geçmemiz aylar sürebilir, uçakla gideceğiz" diye cevapladı Roger.

Roger kişisel bilgisayarını kullanarak merkezi ağa bağlandı ve kimliği doğrulanırken beklemeye başladı. Bir iki tuşa basarak elektronik bilet sistemine bağlandı ve gideceği yerin kodlarını girdi. Kısa bir süre sonra bilgisayar o yöndeki bütün uçuşları listeledi ve Roger en yakın uçuşa iki bilet aldı. Kişisel hesabındaki dolarlar anında biletlerin karşılığını ödemişti.

Şehir mono ray sistemini kullanarak uçakların kalktığı havaalanına ulaştılar. Ann, onu hiçbir genetik değişime ihtiyaç duymadan çekici gösterecek hafif, polikarbon bazlı yapay kumaştan tişört ve koyu mavi dokuma kumaş pantolondan oluşan seyahat kıyafetlerini giydi. Zaten çekici olan kahverengi saçlarına dokunmadı.

Havaalanınına vardıklarında Roger kimlik belgelerini havayolu şirketinin görevlisine uzattı. Görevli kendi bilgisayarından bilgileri kontrol etti ve Roger ile Ann'in uçağa geçebilmelerini sağlayacak uçuş belgelerini hazırladı. Bütün uçuşlardan önce yapılan güvenlik kontrolüne girdiler. Uçakta onlardan ayrı, basıncı eşitlenmemiş alanda yolculuk edecek bagajlarını başka bir görevliye teslim ettiler.

"Sence pervaneli bir uçak mıdır? Yoksa şu yeni jetlerden birisi midir?" diye sordu Ann.
"Kesinlikle bir jettir" diye cevap verdi Roger. "Pervaneli uçakların modası çoktan geçti. Diğer taraftan roket mühendisleri hala deneysel çalışmalar yapabiliyor. Dediklerine göre roket teknolojisi geliştiğinde uçuşların süresi bir saati bulmayacak. Halbuki biz jetle dört saate yakın uçacağız."

Kısa bir süre bekledikten sonra diğer yolcularla beraber uçağa götürüldüler. Uçak yüzlerce metre uzunluğunda, parlak kanatlarında dört adet jet motoru bulunan devasa bir çelik yığınıydı. Pilot kabinine göz attılar. İki pilot uçağı uçurabilmeleri için gerekli alet yığınını inceleyerek konuşuyordu. Roger uçağı kendisinin uçurmak zorunda olmamasına sevindi. Böyle bir şeyi becerebilmek için yıllarca sürecek zorlu bir eğitim gerekiyordu.

Şaşırtıcı derecede büyük yolcu alanında yumuşak koltuklar ve 11 km. yükseklikten, saatte 800 km. hızla giderken manzarayı izleyebileceğiniz pencereler yer alıyordu. Tavanda kabin içindeki basıncı eşitlemek ve stratosferin soğukluğundan korunmak için basınçlı hava üfleyen havalandırma kanalları vardı.

Uçak kalkmadan önce; "Biraz gerginim" dedi Ann.
"Endişelenecek bir şey yok" diye teskin etti onu Roger, "Bu uçaklar sürekli uçuyorlar. Kara taşıtlarıyla yolculuktan daha güvenli bir yolculuk yapacağız."

Roger, Ann'i teskin etmesine rağmen, pilot uçağı yerden kaldırıp yeryüzünden uzaklaşana dek gergin olduğunu kendisine itiraf etmeliydi. Roger ve diğer yolcular uzun süre pencerelerden dışarıyı seyrettiler. Zorlukla da olsa, aşağıdaki evleri, çiftlikleri ve hareket eden araçları ayırt etmeyi başarıyordu.

"Tahminimden daha fazla insan San Fransisco'ya gidiyor" dedi Roger.
"Belki bazıları başka yerlere gidiyordur." diye cevapladı Ann. "Biliyorsun her yerden uçakla taşımacılık yapmak büyük bir maliyet. Bu yüzden transfer noktaları oluşturuldu, ufak şehirlerden gelenler önce bu transfer alanlarına geliyor ve oradan diğer yerlere ulaşıyorlar. Şanslıyız ki sen bizi doğrudan San Fransisco'ya götürebilecek bir uçuş buldun"

San Fransisco havaalanına vardıklarında havayolu şirketinin görevlileri bagajların doğru kişilere verildiğinden emin olmak için kullanılan numaralı etiketleri kontrol ederek onlara teslim etti.

"Başka bir şehre geldiğimize inanmak zor geliyor" dedi Ann. "Sadece dört saat önce Chicago'daydık."
"Daha şehirde değiliz" diye düzeltti Roger. "Olası kazaların zararını azaltmak ve büyük miktarda boş alana duyulan ihtiyaç dolayısıyla şehrin dışında yapılmış olan havaalanındayız. Ufak bir araç bulup şehre gideceğiz."

Hidrokarbon enerjili yer taşıtlarından birine binmek için kuyruğa girdiler. Elektronik ödeme yapılamayacak kadar düşük bir ücret olduğundan taşınabilir madeni dolarlarla ödeme yaptılar. Sürücü aracını şehre yöneltti. Sadece 100 km hızla gitmesine rağmen, araç beton yol yüzeyinden sadece bir metre yüksekte gittiği için daha hızlı gidiyorlarmış hissine kapıldılar. Roger Ann'e baktı, hızın onu uyaracağını düşünüyordu ama Ann yolculuğun keyfini sürüyor gibiydi. Zeki olduğu kadar oyunbaz bir kadın!

Sonunda sürücü aracı durdurdu, varmışlardı. Kendi kendine açılan elektronik kapılar Sergey'in evine hoşgeldiniz der gibi açıldılar. Bütün yolculuk yedi saatten az sürmüştü.

Kuzgun

"İthaki Yayınları"nın forumlarına üye oldum. Forum kullanıcıları kendi aralarında ufak yarışmalar düzenliyorlar. Dört resim vererek, bu resimler üzerine kurgulanacak bir öykü yazalım demişler. Ben de bir resim seçtim, -seçtiğim resmi buradan görebilirsiniz-. Resimdeki kuş parçaları bana Poe'nun Kuzgun şiirini anımsattı ve bu ikisini birleştirerek aşağıda okuyacağınız öyküyü yazdım. Bilimkurgu değil, fantastik denilebilir.
İyi okumalar.


Açıverince kepengi, eski devirden kalma
Azametli bir kuzgun
Kanat çırpıp sallanarak adım attı
İçeriye;
Ne bir selam verdi ne bir an durdu ya da
Oturdu;
Ama bir Lady'nin ya da Lord'un edasıyla
Tünedi kapımın üstüne-
Oda kapımın üstünde bir Pallas büstüne kondu-
Konup oturdu hepsi bu.

Edgar Allan Poe - Kuzgun


Martina öleli dört sene olmuştu. Doğumda ölmüştü, bebeklerinin yüzünü görmüş, gülümsemiş ve son nefesini vermişti. Anasız beş çocuk, yitip giden eşinin arkasından eriyen, kaybından çocukları sorumlu tutan, onlardan nefret eden koca. Acının sefaleti, sefaletin acıyı getirdiği dört sene ve Vlad yine tek başına, içki şişesinin başında, Martina'nın anısına bir kadeh daha içiyordu.

Pencereden gelen tıkırtı dünyaya döndürdü Vlad'ı. Önemsemedi başta; "Sarhoşum" dedi içinden. Ama ses kesilmedi, tık tık tık. İnce ve derinden geliyordu, sanki kafasının içinden. Sandalyesinden doğrulmaya çalıştı ama doğrulmak yerine sandalyesiyle yerde buldu kendisini. Okkalı bir küfür salladı, kendisine mi, kaderine mi, sandalyeye mi orası belirsizdi. Ellerini döşemeye dayadı, emekleyerek pencereye yaklaştı. Çürümeye yüz tutmuş pervaza tutundu ve ayağa kalktı. Sendeliyordu, zorlukla açtı pencereyi. Bir kuzgun karşısında duruyor, kanatlarını açıyor, sessizce adımlıyordu denizliği. Eliyle itirdi kuşu; "Kışt, kışt, uğursuz hayvan. Defol buradan!" Kuzgun umursamaz görünüyordu, gözlerini Vlad'ın gözlerine dikmiş bakıyor ve adımlamaya devam ediyordu. Vlad kuşun bu kararlığı karşısında geriye çekilmekten daha anlamlı bir yol bulamadı, yavaşça geriye doğru bir adım attı, kuzgun da içeriye. Bir adım daha geriye, bir adım daha içeriye.

Pervazın ucunda durdu kuzgun, kendine gelmeye çalışan Vlad'tan gözlerini ayırmadan. Vlad büyülenmiş gibi bakıyordu kuzguna. İçine işleyen, yüreğini dağlayan bu bakışı tanıyordu. "O"ydu, dönmüştü Vlad'a. Gerçek miydi, yoksa şeytan oyun mu oynuyordu? Umursamıyordu Vlad, "o" dönmüştü ya, varsın oyun oynasın şeytan. Ağzından zorlukla döküldü kelimeler; "Beni bir daha terk etme". Kuzgun cevap verdi; "birdahaasla".

Ayakta duramadı daha fazla, yere çöktü gözyaşlarını akıtarak. Söz verdi bildiği bütün tanrılara, onu bir daha kaybetmeyecekti, asla. Bu mutluluğa dayanamadı , sızıp kaldı olduğu yerde. Kuzgun kanatlarını açtı yeniden, içeriye süzüldü Vlad'ın yanına. Tebessüm ediyordu sanki baktıkça Vlad'a. İzledi bir müddet onu, sonra yine kanat çırptı. Çocukların odasına geldi, yatağın ucuna kondu, şefkatli bakışlarla izlemeye başladı çocukları...

Vlad uyandığında hava ağarmak üzereydi. Başı çatlıyordu, geceyi hatırladı. Gerçekten görmüş müydü, dönmüş müydü Martina, yoksa rüyada mıydı? Pencereye baktı hala açıktı, uçup gitmiş miydi yoksa? Ayağa kalktı, pencereye yanaştı dışarıya baktı. Hiçbir iz yoktu "o"ndan. Çocukların yanına gitmek istedi, belki çocuklar da görmüştü analarını, belki bilirlerdi nerede olduğunu. Masadan lambayı aldı ve odaya yaklaştı, beşi de uyuyordu hala. Ne kadar da masumlardı, bunca yıl onları suçlamakta ne kadar da hatalıydı. Yanlarına yaklaştı, kanı çekildi birden, gözlerine inanamadı. Çocukların elinde ve yatakta kuzgunun, "o"nun parçaları; nefretle bağırdı Vlad;"İblisin dölleri, nasıl kıydınız ona bir daha?" Çocuklar duymuyordu onu, masum yüzlerinin arkasında sakladıkları şeytani ruhları huzurla dinleniyordu.

Vlad mutfağa gitti, bulabildiği en keskin bıçağı aldı eline bildiği bütün küfürleri sıralayarak. Gözlerinden yaş boşanmıyordu, sadece öfke vardı içinde; kendine, tanrılara, şeytana, çocuklara. Odaya döndü ilk çocuğunu yakaladı ve acımasızca kesti boynunu. Kan boşanıyordu çocuktan, gözyaşlarını tutamıyordu Vlad, ikinci çocuğunu da yakaladı, üçüncüyü de, dördüncüyü de, sonuncuyu da. Her yanı çocuklarının kanına bulandı Vlad'ın; kuzgunun parçalarını topladı gözyaşları içinde, kucağına aldı bütün parçaları, sarıldı ona son kez. Bıçağı son kez kullandı, yere düştü koca bedeni, bir gülümseme yayıldı yüzüne, Martina'ya kavuşacaktı sonunda. Daha ruhu bedenini terk etmemişti ki ancak cehennemden gelebilecek bir kahkaha duydu, arkasından da alevlerin içinden çıkıp gelen sesi; "Krallığıma hoşgeldin Vlad"

Bilimkurgu Öykü Yarışması

Türkiye Bilişim Derneği tarafından düzenlenen yarışmanın yedincisi için 30 Ağustos'a kadar öykü yollayabilirsiniz. Geçmiş yarışmalara ait öykülerden bazıları, Bilimkurgu Öyküleri ismiyle Remzi Kitabevi tarafından basılmış. En kısa zamanda alıp okumalı.

Yarışma ile ilgili detaylar: Türkiye Bilişim Derneği
Bilimkurgu Öyküleri : IDéEFIXE


Düzeltme ( 31/07/06 ) :
Öykülerin son gönderilebileceği tarih 01 Ağustos 2006 ymış!? Beni uyaran Başak sayesinde haberdar oldum. Sadece benim yazıma güvenip yarışmaya hazırlananlar varsa özür dilerim :(

Hülya Bu Ya...

"im" yayınlarından çıkan, Türk Bilimkurgu Öyküleri adlı kitabı okumaya başladım geçen gün. Kitabın ilk öyküsü, Refik Halit(d) Karay'a ait. Adı; "Hülya Bu Ya...". Açıkcası şaşırtıcı bir öykü, önce ne okuyorum ben diye duraksadım ama öykünün adı (Tabi bu konuda kesin bir bilgim yok, gazetedeki köşesinde tefrika halinde yayınladığı bir yazı da olabilir.) duraksama süremi kısalttı. Karay, Kurtuluş Savaşı'nı ve onu yöneten Ankara hükümetini hicvetmenin bir yolu olarak bu öyküyü yazmış. Öyküden bir iki alıntı yapacağım:



.... "Ankara'da mevsim yoktur" dedi. "Birtakım bilimsel usuller sayesinde, atmosferde daimi bir sıcaklık teminine muvaffak olduk, yeraltındaki kalorifer toprağı ısıtır ve elektrik makineleri göğe sıcaklık verir, hatta burada yağmur ve kar yağmaz, gündüz ve gece olmaz! İstiklal ilan edileli geceler gündüz oldu!"

Hayretler içinde, "Nasıl, ne suretle?" diye sordum.
Muhatabım, "Pek basit." dedi, "mühendislerimiz bir akümülatör icat ettiler, gündüzleri güneşin ışıklarını topluyor, biriktiriyor, geceleri özel aletler vasıtasıyla havaya neşrediyorlar. Aydınlık hep aynıdır. Yağmur bulutlarını ise, bir nevi elektrik makineleri sayesinde şehre düşmeden evvel topluyorlar, muayyen bir saatte, herkes uykuda iken, yalnız lüzumu olan yerlere, bilimsel olarak ne kadar lazımsa o miktar döküyorlar.......



...... "Mamafih aceleye lüzum da yoktu, zira burada kimsenin malına kimse elini sürmez!"
"Neden?"
"Neden olacak, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey bir makine geliştirdi, nasıl röntgen içimizi görüyorsa bu makine de ruhumuzu görürü, ruhumuzun fotoğrafisini alır ve `karakterli, karaktersiz` diye insanları ikiye ayırır. Karaktersizlerin şehire girmeye hakkı yoktur.".......



......Rehberim izahat verdi, "Burada hamama girme müddeti yıkananın keyfine göre değildir; banyonun vücuda temas eden bir yerinde Sıhhiye Vekilimiz Adnan Bey'in icat ettiği bir tabip makinesi vardır, kendiliğinden bir anda, insanı muayene eder ve kalbine, bünyesine, mizacına göre suyun derecesini, hamamın saatini kararlaştırır.
Uyku için de böyledir; yatağınızın bir tarafına asılı olan tabip cihazı uykunuzu kafi görünce başınızın ucunda bir çalgılı saat, gayet latif, ruhnevaz milli bir beste çalar, güftesi Ziya Gökalp'indir.
Tavşan uyur, Türk uyumaz
Çalışmaya vaktimiz az
Uyuma Türk! Uyuma Türk!
Gözünü aç, tarlanı kaz
Bestesi Halide Hanım'ındır....."......



......." O bir şey değil, siz adalet ve kanun terazisini görmelisiniz."
"O da nedir?"
"Bir terazi. Adliye Vekilimiz Celaleddin Arif Bey'in icadı!"
"Neye yarar ki?"
"Haklıyı ve haksızı birbirinden ayırmaya: Mesela sizin birisinden alacağınız var, o inkar ediyor, hemen mahkemeye müracaat edersiniz, ortada büyük bir terazi, bir baskül vardır, evvela davacı çıkar, çat! Bir ses; o iner davalı biner, yine çat! Bir ikinci ses. Daha sonra hakim hükmü terazinin kaydına göre tebliğ eder. Davacı haksızdır, davalı haklı."......



Refik Halit(d) Karay, kurtuluştan sonra sürgüne gönderilmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'na göre; Yüzellilikler listesinde yer alan (Bu konuyla ilgili detaylı bilgi bulamadım) Karay'ın yurda dönmesini isteyen Atatürk, Karay'ı yurda davet etmiş ancak Karay reddedince, genel af çıkartılmış.
İlginç bir şahsiyetmiş Karay. Öyküsü de bir o kadar ilginç, amacı hiciv olsa da. Bu arada kendimden biraz utandığımı itiraf etmek istiyorum. Türk öykücülerini tanımıyorum, ayıp bana.

Isaac Asimov - Son Soru


Yıllar önce hatırlayamadığım bir nedenden dolayı taramıştım bu kısa öyküyü, öykünün önsözünü Robotlar ve Yapay Zeka VI da okuyabilirsiniz. Asimov'un yapay zekaya sahip bilgisayarlar hakkında 1959'da yazdığı bu kısa öykü, Türkiye'de ve yayınları tarafından, Adalet Celbiş'in çevirisi ile yayımlanan, kısa öykülerden oluşan bir kitaba isim de olmuştur. Başka bir toplama kitapta var mı, bilemiyorum. Kitap hakkında detaylı bilgiyi Bilimkurgu 2000 sitesinden bulabilirsiniz.

SON SORU

Son soru ilk kez 21 Mayıs 2016'da insanlık ışığa henüz yeni adım attığında soruldu. Sorulma nedeni beş dolarlık bir bahisti. Şöyle oldu:

Alexander Adell ve Bertram Lupov, Multivac'ın iki sadık teknisyeniydi. Dev bilgisayarın soğuk, tıkırdayan, ışıkları yanıp sönen yüzünün arkasında ne olduğunu bir insan ne kadar bilebilirse, onlar da o kadarını biliyorlardı. Hiç olmazsa artık tek bir insanın bütününü asla bilemediği devrelerin ve aktarıcıların genel planı hakkında birazcık bilgileri vardı.

Multivac gereken ayarlama ve düzeltmeleri kendi kendine yapıyordu. Böyle de olması gerekiyordu çünkü insan eli ile bu işlemlerin yeterince süratle ve doğrulukla yapılması mümkün değildi. Bu yüzden Adell ve Lupov bu dev üzerinde ancak yüzeysel ve çok kısıtlı çalışmalar yapabiliyorlardı. Verileri ona yüklüyorlar, sorularda gereken değişiklikleri yapıyor ve çıkan yanıtları tercüme ediyorlardı. Onlar ve onlar gibi olanlar Multivac'ın zaferinden pay çıkarma hakkına kesinlikle sahiptiler.

Onlarca yıldır Multivac insanın Ay'a, Mars'a ve Venüs'e gitmesini sağlayan gemileri dizayn etmişti. Bunların ötesine gitmeye yeryüzünün fakir düşmüş kaynakları elvermiyordu. Uzun yolculuklar için çok fazla enerji gerekiyordu. İnsan yeryüzündeki kömür ve uranyumu gittikçe artan bir ustalıkla kullanmıştı ama artık her şey tükenmek üzereydi.

Fakat Multivac yavaş yavaş daha derin ve daha kapsamlı sorunları çözümleyebilecek kadar bilgilendi ve 14 Mayıs 2061'de o ana kadar teori olan gerçek oldu.

Güneşin enerjisi depolandı, dönüştürüldü ve tüm gezegende doğrudan kullanılmaya başlandı. Bütün dünya bitmek üzere olan kömürü yakan, uranyum fizyonunu gerçekleştiren düğmeleri kapatıp Ay ile dünyaya eşit uzaklıkta yeryüzünün çevresinde dönen bir mil çapında küçük bir istasyona bağlandı. Artık tüm yeryüzü güneş enerjisinin görünmez ışınları ile çalışıyordu.

Bu müthiş zaferin kutlamaları yedi gündür sürüyordu ve henüz sona erecek gibi de görünmüyordu. Adell ve Lupov en sonunda kalabalıktan kaçıp onları kimsenin aramayı akıl edemeyeceği bir yere saklanmışlardı. Bu yer Multivac'ın muazzam bedeninin bir kısmının görüldüğü yeraltı bölmelerdi. Bir tatili kesinlikle hak eden Multivac da başında kimse olmadan tembel tıkırtılarla verileri düzene sokuyordu. Teknisyenler bu duruma saygı duydular ve onu rahatsız etmeyi -. başlangıçta- akıllarına getirmediler. Yanlarında bir şişe getirmişlerdi ve bütün istedikleri içkinin eşliğinde birlikte rahatlamaktı.

"Düşünecek olursan, ne kadar şaşırtıcı bir şey" dedi Adell.

Geniş yüzünde yorgunluk çizgileri vardı. Cam bir kamışla yavaş yavaş içkisini karıştırarak bardağın içindeki buz parçalarının hareketini seyrediyordu.

"Sonsuza kadar kullanabileceğimiz bedava enerjiye sahibiz. Örneğin onu yer küreyi eritip kocaman bir katışık demir damlasına dönüştürmekte kullansak, harcanan kısmı devede kulak bile olmaz. Artık sonsuza kadar ihtiyacımız olan enerjiden çok daha fazlasına sahibiz."

Lupov başını yana eğdi. Birisi ile zıtlaşmak istediğinde böyle yapardı. Şimdi de zıtlaşmak istiyordu, kısmen de içki şişesini, buzları ve bardakları o taşımak zorunda kaldığı için. . "Sonsuza kadar değil" dedi.

"Haydi canım, hemen hemen sonsuza kadar. Güneş bitinceye kadar, Bert."

"Bu sonsuza kadar demek değil."

"Pekala öyleyse. Milyarlarca yıl. Yirmi milyar belki. Tatmin oldun mu?"

Lupov parmaklarını seyrekleşmiş olan saçlarının arasından geçirdi ve içkisinden küçük bir yudum aldı.

"Yirmi milyar yıla sonsuzluk denmez."

"Sonuçta insanlar yaşadıkça onlara yetecek değil mi?" "Uranyum ve kömür de yeterdi."

"Tamam ama her bir uzay gemisini Solar İstasyona bağlayabiliriz ve gemiler yakıt kaygısı olmadan Pluto'ya milyon kez gidip gelebilirler örneğin. Ne Uranyum ne de başka bir kaynakla bunu yapamazsın. Bana inanmıyorsan, Multivac'a sor."

"Sormama gerek yok, biliyorum."

"O zaman Multivac'ın bizim için yaptıklarını küçümse-meyi bırak" dedi Adell. Öfkelenmişti. "Müthiş bir iş başardı."

"Başarmadı diyen yok ki. Ben yalnızca güneş sonsuza kadar yetmez diyorum. Bütün söylediğim bu. Yirmi milyon yıl güvendeyiz, tamam, peki sonra?"

Lupov hafifçe titreyen parmağını ona doğru salladı. "Sakın başka bir güneşe geçeriz deme."

Bir süre sessizlik oldu. Adell aralıklarla içkisini yudumladı ve Lupov'un gözleri kapandı. Gevşediler.

Sonra Lupov aniden gözlerini açtı. "Bizim güneşimiz bittiğinde bir başka güneşe geçeceğimizi düşünüyorsun değil mi?"

"Hiçbir şey düşünmüyorum."

"Düşünüyorsun. Sende mantık zafiyeti var. Senin sorunun bu. Aniden sağanağa yakalanan ve ormana koşup bir ağacın altına sığınan bir adam gibisin. Islanmaktan korkmazsın çünkü o ağaç olmazsa daha sık yapraklı başka bir ağacın altına sığınabileceğini düşünürsün."

"Anladım" dedi Adell, "Bağırma. Güneşin sonu geldiğinde öteki yıldızların da sonu gelmiş olacak."

‘Tabii gelmiş olacak’ diye mırıldandı Lupov. "Hepsi orijinal kozmik patlama ile oluştu -o her neyse ve bütün yıldızların zamanı bittiğinde onunki de bitecek. Bazıları diğerlerinden daha çabuk tükenir. En büyükleri yüz milyon yıl bile yaşamaz. Güneş yirmi milyar yaşayacak, cüceler belki yüz milyar, en fazla. Ama bir trilyon yıl sonra her şey karanlık olacak. Entropi (enerji yayılım ve dağılımı; ısının ve öbür enerji biçimlerinin yayılıp yavaş yavaş kaybolması eğilimi. ç.n.) mutlaka maksimuma ulaşır, o kadar."

"Entropinin ne olduğunu biliyorum" dedi Adell gururunun incindiğini belli ederek.

"Bok biliyorsun."

"En azından senin kadar biliyorum."

"Öyleyse her şeyin bir gün tükenmek zorunda olduğunu, biliyorsun."

"Aman tamam, tamam. Bitmez diyen oldu mu?"

"Sen dedin. 'Sonsuza kadar ihtiyacımız olan tüm enerjiye sahibiz' dedin. 'Sonsuza kadar' dedin."

Zıtlaşma sırası Adell'e gelmişti. "Belki bir gün yeni bir yol buluruz" dedi.

"Asla."

"Neden olmasın? Bir gün."

"Asla."

"Multivac'a sor."

"Multivac'a sen sor. Haydi bakalım. Beş dolara bahse giriyorum, olmaz."

Adell bunu deneyecek kadar sarhoş, soruyu gerekli sembollerle soracak ve işlemleri yapacak kadar ayıktı. Soru yaklaşık olarak şöyleydi: İnsanlık bir gün güneş yaşlanıp öldüğünde net enerji kaybı olmaksızın onu yeniden genç haline döndürebilecek mi?

Ya da daha basitleştirip şöyle diyebiliriz: Evrendeki net entropi miktarı çok büyük ölçüde nasıl azaltılabilir?

Işıkların yanıp sönmesi yavaşladı, uzaktan gelen bağlantı devrelerinin tıkırtıları durdu. Multivac öldü.

Sonra, ödü kopmuş teknisyenlerin artık nefeslerini daha fazla tutamayacakları anda birden canlandı, yazıcısı çalışmaya başladı. Çıkan kağıtta şu kelimeler yazılıydı: ANLAMLI BİR YANIT İÇİN YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL.

Sabah olduğunda akşamdan kalma iki arkadaşın kafaları ağrıdan çatlıyordu. Bir gece önceki olayı tümüyle unuttular.

Jerrodd, Jerrodine ve Jerrodette I ve II vizi-ekrandaki yıldızların görüntüsüne bakıyordu. Gemi zamanın olmadığı dış-uzaydan geçişini tamamladı. Yıldız yağmurunun tam ortasında aniden bir parlak mermer disk belirdi.

Jerrodd kendinden emin, "Bu X-23" dedi. Heyecandan sımsıkı arkasında birleştirdiği küçük ellerinin eklemleri bembeyaz olmuştu.

Küçük Jerodettelerin (ikisi de kız) dış-uzay geçidinden ilk geçişleriydi. Bir anlık içerde — dışarıda olma duygusu onları etkilemişti. Kıkırdayarak annelerine koştular. "X-23'e geldik! X-23'e geldik! X-"

"Susun çocuklar" dedi Jerrodine sertçe. "Emin misin Jerrodd?"

Jerrodd "Emin olmayacak ne var?" diye sordu tavanın biraz aşağısındaki şekilsiz metal çıkıntısına bakarak. Çıkıntı oda boyunca uzanıyor, her iki duvarın içinde kayboluyordu. Uzunluğu geminin uzunluğu kadardı.

Jerrodd'un bu kalın metal kablo hakkında bütün bildiği isminin Microvac olduğu ve bir soru sorulduğunda yanıt verdiğiydi. Canınız soru sormak istemediği zamanlarda da yaptığı görevler vardı; Gemiyi önceden belirlenen yere ulaştırmak, çeşitli galaktik enerji istasyonlarından beslenmek, dış-uzay sıçramaları için gerekli hesapları yapmak gibi.

Jerodd ve ailesine gemideki rahat dairelerinde beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyordu.

Bir zamanlar birisi Jerodd'a 'Microvac'ın sonundaki 'ac'ın İngilizcede 'analog computer' anlamına geldiğini söylemişti ama bunu bile pek aklında tutamıyordu.

Jeroddine'nin vizi-ekrana bakan gözleri yaşlıydı. "Elimde değil. Dünyadan ayrılmak bana zor geliyor."

"Neden zor olsun canım?" dedi Jerodd. "Orada hiçbir şeyimiz yoktu. X-23'te her şeyimiz olacak. Yalnız olmayacaksın. Öncü göçmen olmayacaksın. Gezegende şimdiden bir milyonun üzerinde insan bulunuyor. Düşünsene, torunlarımızın torunlarının zamanında X-23 o kadar kalabalık olacak ki, yeni dünyalar arayacaklar." Bir süre düşüncelere daldı sonra, "İyi ki bilgisayarlar uzayda yolculuk yapmayı mümkün kıldılar. İnsan ırkı o kadar hızlı çoğalıyor ki."

Jeroddine çok mutsuz, "Biliyorum, biliyorum" dedi.

Jeroddette atıldı, "Bizim Microvac'ımız dünyanın en iyi Microvac'ı."

Jerrodd onun saçlarını okşayarak, "Ben de öyle düşünüyorum" dedi. İnsanın kendi Microvac'ı olması çok hoş bir şeydi. Jerrodd daha erken doğmamış olduğu için memnundu. Babasının gençliğindeki bilgisayarlar inanılmaz büyüklükteydiler. Her gezegende yalnız bir tane bulunurdu. Gezegen AC'si denirdi onlara. Teknolojinin gelişmesi sayesinde transistörlerin yerini moleküler vanalar almıştı. Böylece artık en büyük AC bile bir uzay gemisinin yarısı kadardı.

Kendi özel Microvac'ının güneşi ilk zapt eden o eski ve ilkel multivac'a kıyasla ne kadar gelişmiş olduğunu düşündü ve keyiflendi. Jerrodd'un bilgisayarı dış-uzay sorununu ilk çözen ve böylece yıldızlara yolculuğu mümkün kılan Dünya'nın Gezegen AC'sinden bile çok üstündü.

Kendi düşüncelerine dalan Jerroddine içini çekti, "Ne kadar çok yıldız, ne kadar çok gezegen var. Bana kalırsa aileler bizim şimdi yaptığımız gibi yeni yeni gezegenlere gitmeyi sürdürecek, sonsuza kadar."

"Sonsuza kadar değil" dedi Jerrodd gülümseyerek. "Bir gün bu duracak ama daha milyarlarca yıl sürer. Yıldızların bile sonu gelir biliyorsun. Entropi durmadan artar."

Jerroddette II incecik sesiyle, "Entropi nedir baba?" diye sordu.

"Entropi, tatlım, evrenin ne miktarda bittiğini anlatan bir sözcüktür. Her şey biter, senin küçük yürüyen-konuşan robotun gibi."

"Peki, sen evrene yeni bir güç ünitesi takamaz mısın, robotuma yaptığın gibi?"

"Yıldızların kendileri güç üniteleridir canım. Onlar bir kere bitti mi, yenisi yoktur."

Jerrodett I avaz avaz ağlamaya başladı. "Buna izin verme baba. Yıldızların bitmesine izin verme!"

Jerroddine kızmıştı, "Beğendin mi yaptığını?" diye fısıldadı.

Jerrodd da fısıltıyla, "Korkacağını nereden bilebilirdim?" dedi.

Jerrodette I, "Microvac'a sor" dedi. "Yıldızları yeniden nasıl çalıştıracağını ona sor."

"Haydi, sor" dedi Jerrodine, "o zaman susarlar." (Jerrodette II de ağlamaya başlamıştı.)

Jerrodd çaresizce omuzlarım silkti. "Tamam, güzellerim, tamam. Microvac'a soracağım. O bize söyler. Üzülmeyin."

Microvac'a sordu. 'Yanıtı print et' emrini de ekledi.

Jerrodd çıkan selofilm şeridini eline aldı ve neşeli bir tavırla, "Gördünüz mü, Microvac zamanı gelince her şeyi halledeceğini, merak etmemenizi söylüyor" dedi.

Jerrodine, "Ve şimdi yatma vakti çocuklar" dedi, "Yeni evimize varmamıza çok az kaldı."

Jerrodd selofilmi yok etmeden önce üzerindeki yazıyı dikkatle okudu: ANLAMLI YANIT İÇİN YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL.

Omuzlarını silkti ve vizi-ekrana baktı. X-23'e çok yaklaşmışlardı.

Lamethli VJ-23X Galaksinin üç boyutlu, küçük ölçüt haritasına bakarak, "Acaba bu konuda bu denli kaygılanmakta haklı mıyız?" dedi.

Nicron'lu MQ-17J başını hayır anlamında salladı. "Hiç sanmıyorum. Şu andaki çoğalma hızımızla beş yıl içinde tüm Galaksi dolmuş olacak, biliyorsun."

İkisi de yirmili yaşların başlarındaydı. İkisi de uzun boylu ve kusursuz görünümlüydüler.

"Yine de" dedi VJ-23X, "Galaksi Konseyine karamsar bir rapor verip vermeme konusunda kararsızım. Onları huzursuz etmek istemiyorum."

"Başka türlü bir rapor vermemiz olası değil diye düşünüyorum. Bırak biraz huzursuz olsunlar. Onları huzursuz etmeye mecburuz."

VJ-23X içini çekti. "Uzay sonsuzdur, elimizin altında yüz milyar Galaksi var. Hatta daha bile fazla."

"Yüz milyar sonsuz demek değildir! Gittikçe de daha az sonsuz oluyor! Düşünsene! Yirmi bin yıl önce insanlık yıldızların enerjisini kullanmaya başladı. Birkaç asır sonra da gezegenler arası yolculuk yapmak mümkün oldu. İnsanlığın küçücük bir gezegeni doldurması bir milyon yıl aldı. Galaksinin geri kalanını doldurması ise yalnızca on beş bin yıl! Şimdi nüfus her on yılda bir ikiye katlanıyor"

VJ-23X onun sözünü kesti. "Bunun nedeni artık ölümsüz olmamız tabii."

"Tamam, pekala. Onu da hesaba katmamız gerekiyor ama ölümsüzlüğün tatsız bir yanı da var. Galaktik AC pek çok sorunumuza çözüm buldu ama yaşlanmayı ve ölümü ortadan kaldırmakla daha önceki tüm çözümlerini geçersiz kıldı."

"Yaşamdan vazgeçmek istemezdin değil mi?"

"Tabii istemezdim!" dedi MQ-17J sertçe. Sonra hemen yumuşadı, "Henüz değil. Daha çok gencim. Sen kaç yaşındasın?"

"iki yüz yirmi üç. Sen?"

"Ben henüz iki yüz olmadım. Neyse konuya dönelim.

Nüfus her on yılda bir iki misli oluyor. Galaksimiz dolduğunda bir başka galaksiyi on yıl içinde dolduracağız. Bir on yıl sonra iki tanesini daha, sonraki on yılda dört tanesini. Yüz yıl sonra binlerce galaksiyi doldurmuş olacağız. Bin yıl sonra bir milyon galaksiyi. On bin yılda bilinen evrenin tümünü Sonra ne olacak?"

VJ-23X, "Bir de nakliye sorunu var. Bir galaksi dolusu insanı başka bir galaksiye taşımak için kaç güneş birimi güç gerekir acaba?" dedi.

"Çok iyi düşündün. Daha şimdiden insanlık yıl başına iki güneş birimi güç tüketiyor."

"Çoğu da ziyan oluyor. Yalnız bizim galaksimiz yılda binlerce güneş birimi güç üretiyor ve biz yalnızca iki tanesini kullanıyoruz."

"Haklısın ama yüzde yüz randımanla kullansak bile sonu ertelemekten başka bir şey yapmış olmayız. Enerji gereksinimimiz geometrik dizi ile nüfusumuzdan bile hızlı artıyor. Daha galaksileri bitirmeden enerjiyi tüketmiş olacağız. Çok haklısın. Gerçekten çok haklısın."

"Uzay gazlarından yeni yıldızlar yapmak zorunda kalacağız."

"Ya da har vurup harman savurduğumuz ısımızı kullanarak yaparız bunu" dedi MQ-17J, acı acı alay ederek.

"Entropiyi tersine çevirmenin bir yolu olmalı. Galaktik AC'ye soralım."

VJ-23X bunu söylerken pek ciddi değildi ama MQ-17J cebinden AC bağlantı aletini çıkardı ve masanın üzerine koydu.

"Evet, benim de biraz buna aklım yattı" dedi. "Çünkü bu insanlığın eninde sonunda karşılaşacağı bir sorun."

Küçük AC bağlantısına düşünceli gözlerle baktı. Küçücük bir kutuydu bu. İçinde de hiçbir şey yoktu ama dış-uzay kanalı ile tüm insanlığa hizmet veren büyük Galaktik AC’ ye bağlıydı. Dış-Uzay düşünülürse Galaktik AC'nin bütünleyici bir parçasıydı. MQ ölümsüz yaşamında bir gün gelip Galaktik AC’ yi gözleri ile görüp göremeyeceğini düşünüyordu. AC kendi küçük gezegenindeydi. Eski ilkel moleküler vanaların yerini güç-ışınlarının maddeyi tutan örümcek ağları almıştı. Eterik ötesi çalışmasına karşın Galaktik AC'nin binlerce metre uzunluğunda olduğu biliniyordu.

MQ-17J birden AC bağlantısına sordu, "Entropinin tersine çevrilmesi mümkün mü?" VJ-23X şaşırmıştı.

"Şey, bunu sormanı gerçekten istememiştim" dedi.

"Neden olmasın?"

"Geriye döndürülemeyeceğini ikimiz de biliyoruz. Külleri ve dumanı yeniden bir ağaca dönüştüremezsin."

MQ-17J, "Senin gezegeninde ağaç var mı?" diye sordu.

Galaktik AC'nin sesi konuşmalarını kesti. Masanın üstündeki küçük AC bağlantısından gelen sesi ince ve çok güzeldi. Şöyle dedi: "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."VJ23X, "Gördün mü!" dedi.

İki adam bunun üzerine Galaktik konseye sunacakları rapora döndüler. Birinci Zee yeni Galaksiyi ve içindeki sayısız yıldızları zihinsel olarak, pek ilgi duymadan taradı. Hiçbir yıldızı gözleri ile görmemişti. Acaba görebileceği bir an gelecek miydi? O kadar çok yıldız var ki! Hepsi de insanlarla yüklü. Ama artık bu yük neredeyse ölümcül bir ağırlık haline gelmişti. İnsanların çoğunluğu artık burada, uzay boşluğunda yaşıyordu.

Ama zihinleri, bedenleri değil! İnsan bedenleri çağlardır -gezegenlerde uykudaydı. Arada bir bazı aktiviteler için canlandıkları oluyordu ama bu gittikçe seyrekleşiyordu. Pek az yeni birey hayata geliyor inanılmaz büyüklükteki kalabalığa katılıyordu ama insanlık bunu sorun etmiyordu. Evrende yeni insanlar için artık yer yoktu.

Birinci Zee zihnine başka bir zihnin ipek dokunuşu ile düşüncelerinden sıyrıldı.

"Ben Birinci Zee" dedi, "Sen?"

"Ben Dee Sub Wun. Galaksin?"

"Biz ona yalnızca Galaksimiz diyoruz. Seninki?"

"Biz de bizimkine öyle diyoruz. Bütün insanlar Galaksiye yalnızca Galaksimiz der. Neden olmasın?"

"Doğru. Zaten bütün Galaksiler birbirinin aynı."

"Hepsi değil. İnsanların ilk ortaya çıktığı bir Galaksi olmalı. Bu onu farklı yapar."

Birinci Zee, "Hangisi bu?" diye sordu.

"Bilemiyorum. Evrensel AC bilir." "Soralım mı ona? Birden merak ettim."

Birinci Zee'nin algılamaları o kadar genişledi ki Galaksiler büzülüp küçüldüler ve çok daha büyük bir arka planın üstüne serpildiler. Zihinleri özgürce uzayda dolaşan ölümsüzlerle yüklü yüzlerce milyar Galaksi. Bir tanesi, çok eski ve belirsiz bir zamanda içinde insan olan tek Galaksiydi.

Birinci Zee o Galaksiyi görmeyi çok merak etti ve seslendi: "Evrensel AC! İnsanlık ilk hangi Galakside var oldu?"

Evrensel AC soruyu duydu, uzaydaki her şeyi duyardı. Alıcıları hep hazır durumdaydı ve her alıcısı dış-uzayın bilinmeyen bir yerinde her şeyden çok uzak ve soğuk AC’ ye her şeyi bildirirdi.

Birinci Zee, düşünceleri Evrensel AC’ yi algılayabilecek mesafeye yaklaşabilmiş yalnızca tek bir insan tanımıştı. O da elli-altmış santim çapında parlak bir küreyi şöyle böyle görür gibi olmuş.

Birinci Zee ona "Ama Evrensel AC o kadarcık bir şey olabilir mi?" diye sormuştu.

"Büyük bölümü Dış-Uzayda" yanıtını almıştı. "Biçimi nasıldır bilemiyorum."

Bunu kimse bilmiyordu çünkü Evrensel AC’ ye insan elinin katkısı olmayalı çok uzun bir süre geçmişti. Her Evrensel AC kendinden sonrakini kendisi dizayn ediyor ve yapıyordu. Her biri milyonlarca yıllık ömrü boyunca kendinden daha üstünü yapmasını sağlayacak verileri topluyordu. Kendi data birikimi ondan sonra gelenin datasının altında depolanıyordu.

Evrensel AC Birinci Zee'nin düşüncelerini böldü. Sözcüklerle değil, rehberlik ederek. Birinci Zee'nin zihni bulanık Galaksiler okyanusuna götürüldü. Galaksilerin bir tanesi büyütüldü ve yıldızları seçildi.

Sonsuz bir mesafeden sonsuz netlikte bir düşünce geldi. "İNSANLIĞIN İLK GALAKSİSİ BUDUR."

Diğer Galaksilerden farklı bir özelliği yoktu, Birinci Zee hayal kırıklığına uğramıştı.

Oraya kadar ona eşlik etmiş olan Dee Sub Wun'un zihni birden sordu, "Ve bu yıldızlardan biri insanlığın ilk gezegeni, öyle mi?"

Evrensel AC, "İNSANLIĞIN İLK YILDIZI NOVA OLDU. O ARTIK BİR BEYAZ CÜCE" dedi.

Birinci Zee şaşırmıştı, düşünmeden sordu, "Üzerindeki insanlar öldüler mi?"

Evrensel AC yanıt verdi: "BÖYLE DURUMLARDA OLDUĞU GİBİ FİZİKSEL BEDENLERİ İÇİN ÖNCEDEN YENİ BİR DÜNYA İNŞA EDİLDİ."

"Ah, tabii" dedi Birinci Zee ama nedense bir yitirmişlik hissi duydu. Zihninde insanlığın ilk Galaksisini salıverdi. Galaksi bulanık mavi noktaların arasında kayboldu. Onu bir daha asla görmek istemiyordu.

Dee Sub Wun, "Ne oldu sana?" dedi.

"Yıldızlar ölüyor. İlk yıldız öldü."

"Hepsi ölür. Ne olmuş?"

"Ama tüm enerji bittiğinde bedenlerimiz de ölecek, onlarla birlikte biz de."

"Buna daha milyarlarca yıl var."

"Milyarlarca yıl sonra bile olsa ben bunun gerçekleşmesini istemiyorum. Evrensel AC! Yıldızların ölmesi nasıl önlenebilir?"

Dee Sub Wun güldü, "Entropinin yönünün nasıl geri çevrilebileceğini soruyorsun."

Ve Evrensel AC yanıt verdi: "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN HENÜZ YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."

Birinci Zee'nin zihni kendi Galaksisine uçtu. Dee Sub Wun'u bir daha düşünmedi. Onun bedeni bir trilyon ışık yılı uzaktaki bir Galakside de olabilirdi, Birinci Zee'nin Galaksisine komşu bir Galakside de. Önemi yoktu.

Birinci Zee canı sıkkın bir halde kendine küçük bir yıldız yapmak üzere gezegenler arası boşluktan hidrojen toplamaya başladı. Yıldızlar bir gün ölecekler ama hiç olmazsa yeni birkaç tane yapılabiliyor.

İnsan kendisi ile birlikte düşündü çünkü İnsan zihinsel açıdan tek bir İnsandı. Trilyonlarca ve trilyonlarca yaşı olmayan bedenden oluşmuştu. Bedenler sessiz ve kandırılamaz yatıyorlardı. Her birine mükemmel ve kandırılamaz makineler bakıyordu. Zihinler ise özgürce birbirlerinin içinde erimiş, farklılıkları kalmamıştı.

İnsan, "Evren ölüyor" dedi.

Sönmekte olan Galaksilere baktı. Müsrif dev yıldızlar çoktan, hatırlanamayacak kadar eski geçmişin en hatırlanamaz bölümünde sönüp yok olmuşlardı.

Yıldızlar arasındaki tozlardan yeni yıldızlar inşa edilmişti. Bazılarını İnsan kendisi yapmıştı ve bunlar da tükeniyordu. Beyaz cüceler muazzam güçler kullanılarak bir araya getirilebilir ve yeni yıldızlar yapılabilirdi ama bir beyaz cüceden tek bir yıldız çıkıyordu ve onlar da bitmek üzereydi.

İnsan, "Kozmik AC'nin dikkatli kullanımı ile Evrenin kalan enerjisi daha milyarlarca yıl yetecek" dedi.

"Yine de" dedi İnsan, "sonunda o da tükenecek. Ne kadar idareli kullanılırsa kullanılsın, enerji bir kere kullanıldı mı yok olur ve bir daha yerine konamaz. Entropi sonsuza kadar maksimuma yükselir."

İnsan sordu, "Entropi geri çevrilebilir mi? Kozmik AC’ ye soralım."

Kozmik AC ile sarılmışlardı ama uzayın içinde değil. Ac'nin en küçük bir parçası bile uzayın içinde değildi. Dış-Uzaydaydı ve ne madde ne de enerji olan bir şeyden yapılmıştı. Yapısı ve boyutları İnsanın anlayabileceği terimlerle ifade edilebilenin çok ötesindeydi.

"Kozmik AC" dedi İnsan, "Kaç tane Entropi geri çevrilebilir?"

Kozmik AC yanıt verdi: "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN HENÜZ YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."

İnsan, "Ek veri topla" dedi.

Kozmik AC, "TOPLAYACAĞIM. YÜZLERCE MİLYAR YILDIR TOPLUYORUM. BENDEN ÖNCEKİLERE BU SORU ÇOK KERELER SORULDU. TÜM VERİLER YETERSİZ KALIYOR."

İnsan sordu, "Verilerin yeterli olacağı bir zaman gelecek mi, yoksa sorun olası tüm koşullarda çözümsüz mü?"

Kozmik AC Yanıt verdi; "OLASI TÜM KOŞULLARDA ÇÖZÜMSÜZ OLAN SORU YOKTUR."

İnsan, "Soruyu yanıtlamak için yeterli verileri ne zaman elde edeceksin?" dedi.

Kozmik AC yanıtladı, "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN HENÜZ YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."

İnsan, "Üzerinde çalışmayı sürdürmeye devam edecek misin?" diye sordu.

Kozmik AC yanıt verdi, "EDECEĞİM."

İnsan, "Bekliyoruz" dedi.

Yıldızlar Ve Galaksiler öldüler ve söndüler. On trilyon yıl kullanıldıktan sonra uzaydaki her şey karanlığa büründü.

İnsan birer birer AC'nin içinde eridi. Fiziksel bedenler zihinsel bireyselliğini kaybetti ama bu bir kayıp değil kazanç oldu.

İnsan'ın son zihni AC’ ye katılmadan önce bir an durdu. İçinde son bir karanlık yıldızın tortusundan başka bir şey görülmeyen uzaya baktı. Bir de inanılamayacak kadar ince bir madde vardı. Niteliği belirsiz ısının kesin sıfıra doğru tükenişinin etkisi ile rasgele hareket ediyordu.

İnsan, "AC, bu son mu?' dedi. "Bu kaos yeniden Evrene dönüştürülebilir mi? Yapılabilir mi bu?"

AC yanıt verdi: "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN HENÜZ YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."

İnsan'ın son zihni de AC'nin içinde eridi ve var olan yalnız AC kaldı -O da Dış-Uzayda.

Madde ve enerjinin yok oluşu ile birlikte zaman ve mekan da yok oldu. AC bile yalnız son bir soruyu yanıtlamak amacı ile var olmayı sürdürüyordu. O soru ilk kez on trilyon yıl önce yarı sarhoş bir bilgisayar teknisyeni tarafından sorulmuştu. Şimdi -artık şimdi varsa- AC o bilgisayara İnsan'ın o zamanki insana benzediğinden bile daha az benziyordu. Tüm diğer sorular yanıtlanmıştı ama bu son soru yanıtlanmadan AC bilincini salıveremezdi.

Toplanabilecek tüm veriler toplandı, bitti. Artık daha fazlası toplanamazdı.Geriye bir tek toplanan tüm verilerin arasındaki ilişkilerin belirlenmesi ve olası tüm kombinasyonların oluşturulması işi kalmıştı. Bunu yapmaya zaman olmayan bir zaman harcandı.

AC entropinin yönünün nasıl tersine çevrileceğini buldu. Ama bu son sorunun yanıtının bildirileceği kimse yoktu. Zarar yok. -Uygulamalı olarak verilecek olan- Yanıt bunu da halledecekti.

Zamanla ölçülemeyen bir süre boyunca AC bunu en mükemmel biçimde nasıl gerçekleştireceği üzerinde düşündü. Programı özenle organize etti.

AC'nin bilinci -ki bir zamanlar tüm Evrendi- Kaosu ele alıp uzun uzun düşündü. Adım adım yapılması gereken yapılmalıydı.

Ve AC Işığa "OL!" dedi.

Ve Işık oldu.....